27 Eylül 2013 Cuma

okul başlar

Okul açıldı. Bakınız, ulama var. İlk haftayı bitirdikten sonra şimdi güzelce  bir özet geçebilirim. Bizim bölüm uluslararası bölümlerden birisi ve tüm dersler ingilizce, o yüzden İtalyanlardan daha çok diğer ülkelerden gelen çok var. Özellikle Avrupa dışından gelenler kısmısında oh oh.. Çinliler 9 kişi ama yekpare dolaşıyorlar. Her şeyleri bir gidiyor bir geliyor. Derse bile beraber geç kalıyorlar. Keza İranlılar da öyle sayılabilir. Onların sayısı daha da az. Hatta evli olanlar var İranlılar arasında. Bunun dışında bir iki tane Pakistanlı var, Allah kahretsin. Leş herifler. Yani birini pek bilmiyorum diğeri tam bir pislik. Aynı zamanda yapışkan, göz göze gelmemeye çok ama çok dikkat ediyorum onunla. Ali de bizim bölümden, ikimiz sınıfın Türk kısmını oluşturuyoruz. Leş Pakistanlı'nın takma adını ilk günden koyduk zaten. "Sandaletli". Şimdi şöyle düşünün eleman sürekli aynı sandaletle geliyor, üzerinde pantolon, genellikle kot. Çok dikkat etmedim sürekli bikaç şeyi değiştirip giyiyor da olabilir. Pek çeşitlilik yok gibi geldi zaten. Her zaman tişört ve üstüne de süveter veyahut kapşonlu sivit falan giyiyor. Evet gene sivit dedim doğru, ama anladınız ne olduğunu. Şimdi işin rahatsız verici kısmı; havalar hala sıcak oh, yani İzmir'deki gibi hatta gündüz 28-29 derece oluyor. E nem de var biraz, bunalttığı bile oluyor. Özellikle siyah tişört giyip okula hızlı hızlı yürüdüğüm vakitlerde bu çok oldu. Bu adam da terliyor sanırım bütün gün, başka açıklaması olamaz. Bir de pek yıkamıyor sanırım o kıyafetlerini çünkü kirli olduklarını 10 metre öteden anlayabiliyorsun. Arkadaş geliyor oturuyor ve bir çıkarıyor süveter ya da her ne varsa üzerinde. ÜFFF...!! Leş..

Bunun dışında sınıfta dikkatimi Çinli bir şey çekti. Yani bakın bugün cuma ve hala kız mı erkek mi anlayamadım. Arada aklıma takılıyo, bugün hatta suratına baktım biraz gene akıl sır erdiremedim.

Sınıfı az çok tanıdıktan sonra şimdi pazartesi gününe dönelim. Tarihler 23 Eylül. Sabah ilk dersimiz ortak laboratuvar derslerinden birisi. Sınıf gayet kalabalık, herkese yetecek kadar bilgisayar da var. Sınıfın ön ve arkasında toplam iki tane tahta ve projektör kurulu. Aynı zamanda hörtmenimiz de mikrofonla konuşuyor. :) Yaklaşık 75 öğrenci falanız, sanırım 4 ya da 5 bölümden öğrenciler bu dersi ortak alıyoruz. Ortak dersleri seviyorum, büyükçe sınıflar, çok sayıda öğrenci. Karşı sırada sağ tarafta oturan öğrenci bir amca var, direkt tahtaya doğru bir tane kamera kurmuş. Projektörün tahtaya yansıttığı bütün slaytları videoya çekiyor. Tüm o slaytların internette yüklü olduğunu biri hatırlatsa iyi olacak, komik duruyor. Bilemiyorum, bir anlık gülüp geçiyorum. Bakıyorum.. Ses kayıt cihazları getirenler falan da görüyorum haftaiçinde.

Buradaki profesörler ingilizce konusunda on numara cidden. Bazen düşünüyordum acaba bizdeki gibi ana dile kayar mı konuşmalar falan diye ama yok. Artık eminim diyebilirim. Tek bir İtalyanca duymuyorum hocalardan. Bilgisayarları açtık, teyze hocamız dersi anlatmaya başladı. Tam da beklediğim şeyi görüyorum ilk, bu ne hız. :) :)


Ta ta taaamm.. MATLAB. Başladık yapmaya, bu sefer ilgiyle dinliyorum, adam akıllı öğrenicem. Bu dersi yoğun programda almaya karar verdim. Bu yüzden haftada 3 kere derse gidip, sanırım kasım gibi finalini verip geçmek istiyorum.

Size ders programımdan bahsetmemiştim dimi. Bayağı yoğun yahu, her gün ders var. Yani en boş olan sanırım cuma, o da sabah 9'dan 12'ye kadar. Tamam artık kabullendim de keşke bazı günler öğlen olsa dersler, ne güzel uyurdum.

Diğer bahsetmem gereken şey de sınav sistemi. Burada bazı hocalar vize yapıyor ama genelde direkt final şeklinde oluyor. Asıl farklı kısım, ilk önce yazılı sınava giriyorsunuz. Yazılı sınavda 30 üzerinden en az 18 almanız lazım. 18 ve üzeri alanlar bu sefer sözlüye girmeye hak kazanıyor. Ve evet burada asıl sınavlar sözlüler. Profesörlerle karşılık teker teker sözlü, aman yarabbi. Hadi bakalım. :) Sözlüden de 30 üzerinden 18 ve üzeri alırsanız paçayı kurtarıyorsunuz. Bir de en son hocanız sana soruyor; "Bak sen şu şu notları aldın kabul ediyor musun?". Eğer kabul ederseniz ondan sonra transkriptinize işleniyor. Yani sürpriz notlarla karşılaşmıyorsunuz bir gün transkriptinizi kontrol etmek için bilgisayarı açtığınızda. Kabul etmez iseniz de bu sefer tekrar sınavlarına girmeniz gerekli. Bir de şöyle bir durum var. Mesela bir dersi 3 farklı profesör anlatabiliyor. Farklı günlerdeki aynı derse gelip anlatan profesörler düşünün. Bazen aynı ders için 3 farklı profesöre gidip tek tek sözlü olabiliyormuşsunuz. Umarım böyle yapmazlar, aynı dersi 3 kere çalış et anlat sonra git öbürüne anlat en son öbürüne falan filan uzun iş cidden.

İlk günüm çok keyifli geçiyor. Salı günü okulu ekiyorum, heheh. :) Ama burs başvurusu yapmak için ekiyorum canım, keyfi değil yani. Notere gitmem lazım. Valla noter olmak iyi iş ha söyliyim size, bizim orda da rahat burda da. Buradaki noter sadece salı ve perşembe sabah 09:00'dan 11:30'a kadar açık. Diğer günler yok. Vay be, ne güzel iş! Sabah kalkıp gidiyorum, kapıdaki polis binanın arka tarafına geç diyor. Arka taraftaki sokağa bi' giriyorum. Ahanda! Bütün sokak sırada insanlarla dolu. Saat 08:50 falan. Tedirgin oluyorum ya bugüne yetişmezse diye. Saat 9 oldu mu açıyorlar kapıları, sırayla alıyorlar insanları. Az buçuk İtalyancamla yine anlatıyorum ne için geldiğimi. Ona göre ilk daha girişte polis size sıra veriyor. Hemen girişte soldaki ofis benim yaptıracağım işlere bakan yer. Girip bir yere oturuyorum, önümde 18 kişi falan var sırada. Fena değil. Ve tam yarım saat sonrasında noterden işimi halletmiş olarak çıkıyorum. Çok rahat oldu be. Bakkala en yakın postaneyi soruyorum, anlatıyor. Yakınlarda zenginlerin takıldığı güzel bir meydan var. Oradaki büyük postanede de işimi hallediyorum. Artık gerisi dinimiz amin.. :) Umarım çıkar da biraz rahatlarım.

Çarşamba keyifli değil yani. Sabahtan giriyoruz derse. "Advanced Electromagnetic". Zayıf, beyaz saçlı profesör bir amca. Slaytlardan ilerleyerek anlatıyor. Formül üstüne formül, arada açıklamalar vs. vs. Ölümüne sıkıcı ve bir o kadar monoton şekilde konuşuyor. Kahveye başladım resmen bunun yüzünden. Yoksa uyuklamamak elde değil. Bu en önemli dersim ve ortak sınıflar yok, haftada 3 günde 4 kere alıyorum bu dersi. Yahu hiç de ara vermiyor. Perşembe günü mesela sabah 9'dan 11'e kadar ders. Sürekli konuştu konuştu ve yine konuştu... 11:10'da saldı en son. Offff... bari zamanında bitir emi? Başım ağrıyarak çıkıyorum hemen dışarı. Onun yüzünden 11'de başlayan diğer derse geç kalıyorum. Diğeri de ortak ders, amfide işleniyor. Bir giriyorum sınıfa, herkes yerini almış tabi. Bana en arka sıra kalıyor. Bu dersi anlatan hoca da İngiliz ya da Kanadalı falandı sanırım. Tam hatırlamıyorum ama ana dili ingilizce. Mimiklerini de çok kullanıyor ağız kaş falan. Yani saçların üstü dökülmüş, yanları kalmış. Boy pos baya var. Böyle bir Jim Carrey düşünün. Arada çok benziyor o ağız ve kaş mimikleriyle. Çok gülebiliyorum içten içe bazen ona. İyi hoca ama ana dili olduğu için hızlı konuşuyor, cümlenin son bir iki kelimesinde de sesini iyice alçaltıyor. Ayrıca tebeşirle tahtaya pek bastırmıyor ve ufak yazıyor. Arkada olunca tüm bunlar büyük sıkıntı işte.

Cuma gününe gelince de sadece matematiksel bir dersim var sabahtan 12'ye kadar. Bu sabah gittim işte fakülteye, oraya varında dersliğin başka bir yerde olduğunu öğrendim. Bölüm sekreterliğinin o taraflardaymış. Yaklaşık 800-900 metre ötede. Gidiyorum, tam zamanında vardım. Çinlilerin arasında yer buluyorum kendime. Anlatan hoca iyi bence ve zevkli geçiyor dersler. Tam da zamanı gelince kendi ara veriyor. Oh mis..

Yani sonuç olarak şu amcanın dersi hariç memnunum genel olarak. Amcanın dersinden öylesine bir kare fotoğraf çekmiştim. Görüldüğü gibi pek sayı olmayan formüllerle uğraşmaya başladık bile. :)



Bitirmeden kısaca iki şeyden daha bahsedeyim. İlki okulum şu anki evden yaklaşık 1.5 km kadar uzakta. Hatta az daha fazla, 1.6 km falandır. Hani bizde Peugeot J9 dolmuşlardan bozma minibüslerde kokoreç, sucuk ekmek, köfte falan satarlar ya. (Pardon köfteciler genelde VW Transporter T2 falan kullanıyor.) Burada da onun gibi paninocular var. "Paninoteca" diye geçiyor isimleri. Her sabah, yolun yarısında birkaç manavı geçtikten sonra bu minibüsü görüp gülümsüyorum. Böyle kutu kutu pense gibi araba len. HEHEHE.. Aerodinami falan hiç yok öyle şeyler. Küp şeker gibi kesme kasa işte. Renkleri de pek bi' hoş.


Son bahsetceğim şey de okulumuzun kantini. Oh.. Çoğu şey satılıyor. Yani cidden birçok seçenek var. Özellikle içecek konusunda, şöyle bir fotoğrafını çektim geçen gün. Yani "efendime söyliyim" (bu videoyu youtube'da aratıp izleyin bu arada.) şişe şampanyadan, brandy'e oradan martini'den tut da viski'ye kadar pek çok şey var. Çok şaşırıp bir iki arkadaşa bahsediyorum, "Ne var bunda." gibi tepkiler alıyorum.



Kısaca ilk haftam bu şekilde geçiyor okulda. Güzeldi ya.. Ben beğendim yani. Öğrencilik hoş şey. Görüşmek üzere.

26 Eylül 2013 Perşembe

bisiklet açık arttırması

Okul başlamadan önceki son haftasonundayım. Evet... yine büyük caddeler trafiğe kapatıldı, etkinlikler başladı, insanlar doldurdu sokakları yeniden. Burası çok nüfuslu bir yer değil söylemiş miydim? Sanırım 380 bin civarında. Üniversitedeki öğrenci sayısı da 100 binden fazla sanırım. Asıl canlılığı bizler sağlıyor olabiliriz de keh keh... Ama mezun olup burada kalan da çok var gibi duyumlar alıyorum.

Sabato, yani cumartesi günü genellikle alışveriş günüm. Şu ucuz market var ya LiDL dediğim. "Super Sabato" diyerekten bazı şeylerde daha da indirim yapıyor. Neyse oraya git gel bayağı vaktimi aldı. Ufak olan sırt çantam doldu, üzerine iki poşet de elimde taşıyorum. Sıcak geldi be eve yürüyene kadar.. Yolda mevsimlik sivit ceketimi çıkarmak için duruyorum. Çıkarken giymiştim ama hava beklediğimden sıcakmış. Sivit evet.. :) Tam o sırada ufak arabasıyla bir teyze park ediyor durduğum kaldırım kenarına. İtalyanca konuşuyor ama anlamıyorum tabi. O da farkediyor bunu, "İtalyanca biliyo musun?" diye soruyor. Çok az bildiğimi söyleyince yine benle sohbet etmeye çalışıyor. Tane tane konuşunca bu sefer anlıyorum biraz. Bölümümü falan da soruyor arada. Mühendislik diyince gözleri büyüyor. "İtalya'da mühendislik okuyorum." gibi bir şey dediğinizde insanlar etkileniyor. Bu kadar da zor olmaz umarım. :) Çünkü o teyze de "Oooo... bravo bravo grande mente." gibi baya akıllısın der gibi şeyler söylemişti. Neyse eve varıyorum, sırf bunun için bile 6 km falan yürüdüm yine.

Yattık ve kalktık artık Pazar günü oldu. Bugün önemli çünkü ikinci el bisikletlerin açık arttırması var. Bundan ümitliyim. Gündüz biraz pinekliyorum evde. Akşamüstü 6'da başlayacak asıl olay. Biraz erken çıkıp dolanayım diyorum. Yine apartmandan çıktığım gibi o kafenin süt ve kahve kokuları karışmış birbirine enfes.. Lanet ya! O kadar güzel ki her geçtiğimde böyle dalgıçlar gibi ard arda 3-4 kere nefesimi çekiyorum içime. Evin olduğu sokak üzerinde yine ünlü olan dondurmacılardan birisi var. Adı "La Sorbetteria".


Ha bizim sokak demişken.. yani benim şu an yaşadığım sokak demişken diyelim, sokaktan geçerken çoğu zaman en azından bir tane kör insan görüyorum. Bazıları bastonla yürüyor, bazılarını da köpekler yönlendiriyor, bazen tek.. bazen de grup halinde gidiyorlar ama bu insanlar da gayet mutlu yani. Anlıyorum ki bizim orada engelliler pek çıkmıyor dışarı. Yazık yav.. 

Yoldayım demiştim, hedef yine Piazza Maggiore. Meydan yine kalabalık, çardaklarda standlar kurulmuş falan. Elektrikli bisikletler tanıtılıyor, araba markası olan Smart bile yapmış böyle şeyler. Fiyatlar çok değişken, birine bakıyorum 1000 Euro civarında diyorlar. Gayet hoş aslında burası gibi yerler için. Hatta "Tamam  ben bunu alıyorum." dediğinizde belediye size 300 Euro teşvik primi veriyor. Bisikletlerin bazılarının fotoğraflarını çekmiştim;




Çoh sevgili okurlarım, evet ne diyorduk. Bakın gördünüz mü adamlar çevreyi daha az kirletelim diye ne güzel şeyler yapıyorlar. Zaten araçların vergilendirmesi çevreyi kirletmelerine göre hep. O kısmı çok irdelemeyeyim şimdi. Asıl diyeceğim şuydu; "Nassı ama bi' üstteki bisiklet? Şaftlı, göbekten vitesli ve frenli, ön tekerde elektrik motoru falan da var. Yanlış olmasın. Sıhhhaaa... Ne sandınız ule." :)

Aha, durun yav fotoğrafını buldum o panayır gibi yaptıkları yerin; 


Saat 6 olmak üzere. Bisikletlerin satılacağı yere gidiyoruz Efe'yle. Şöyle hafiften süzmeye çalışıyorum hepsini ama sayıları çok fazla. Bayağı umutla geldim buraya. Oradaki çalışan elemanlardan biri, bazı güzel modellerin açık arttırmaya çıkacağını diğerlerinin sabit fiyattan satılacağını söylüyor ve 25 ile 35 euro arasında bisiklet bulabileceğimi ekliyor. Kulağa gayet hoş geliyor. Zaten o bisikletlere daha fazlası verilmez herhalde diye düşünüyorum, ama 50 Euro'yu gözden çıkararak yerimi alıyorum. 


Etkinlik azıcık gecikmeyle başlıyor. Bir kız bir erkek iki sunucu var tam karşıda. Yalnııııızzzzz... Sağa sola bakıyorum insanlarda ne bilim tencere tavalar , sopaya takılmış peluş oyuncaklar, peruklar, kafasına sütyen geçirenler falan filan. İlk tecrübe işte. Şu işin numarasını satışlar başlayınca anlıyorum. Aman Allam herkes bağrış çağrış. Asıl önemli olan sunucuların en çok dikkatini çekebilmek. Yoksa o paraya senden başka o bisikleti almak isteyen onlarca insan var. 

Saatler geçiyor, insan sayısı azalmaya başlıyor ama benden hala tık yok. Bazı satılanları alamadığım için içim gidiyor. Çok sayıda kadın kadrolu bisiklet var, onları da ben almak istemiyorum. 40 Euro'ya eski Scott satıldı be of, ona çok takıldım. 70-80 Eurolara klasik Legnanolar, Hollandlar, Campagnolo'lu bisikletler falan gidiyor.

Herhalde artık 3 saatten fazla geçti. Son beğendiğim 5-6 bisiklette de şansım yaver gitmiyor. :( Bugün de bisiklet yok Önder, yürümeye devam. Orada Ali de denk geliyor. Elinde bi' pankart. "Ne işin var olm burda?" diyorum. Yazık 5 gün önce aldığı bisikleti evinin bahçesinden kilitliyken çalınmış. Demek bu kadar yaygın oluyor bu işler. Orada bir tane kendisine denk getiriyor 50 Euro'ya, fena değil. Ben de beğenmiştim ona gitti ama olsun sorun değil. :)

Bugün de (26 Eylül), şehrin büyük parklarından birinde dolanırken yine bu açık arttırmadan denk geliyor. "Asta di Biciclette" diye aratırsanız internette videoları falan var hep. Bu sefer az kişi var, çok reklamı olmadı sanırım. "Bu güzeeeeellll.." diyorum içimden, biraz bakınca erkek kadrolu bisiklet sayısının çok az olduğunu görüyorum. Kadın kadro yani tipinden değil bir de genelde ufak olduklarından almak istemiyorum. Çok seçici oldum ondan bulamadım zaten daha. :(


Sonuç: Gene olduramadım. En azından bu sefer de Efe almış oldu bi' bisiklet. Adam o kadar sevinçli ki dur bikaç tur atayım dedi. Gitti parkın içinde dönüp durmaktan bıkmadı. Haha...

Dün de (25 Eylül) okul çıkışında Ali'nin piskletiylen bile pozum var. Çok özledim pedal çevirmeyi. 


Ha, okul kısmını da yarın vaktim olacak sanırım. O zaman yazarım. 

21 Eylül 2013 Cumartesi

yiyecek alışverişleri

Bu sefer azıcık daha uzun yazabilirim ama size bol bol görsel şeyler sunucam, o yüzden sıkılmazsınız sanırım sevdüceklerim. :)

En baştan diyim, ben iyiyim. Burası da gayet keyifli gidiyor şu an. Kol gibi ders programım olduğunu öğrensem de moral bozmak yok... Hayat güzel, insanlar saygılı vs. vs.

Yahu arada kıskandırmak gibi olmasın da hani bi Parma'ya festivale bir de konsolosluk işim için Milano'ya gittim geldim. Onları ayrı ayrı yazıcam sonrasında.

Burada hababam yürüdüm, gece gündüz demeden arada yağan yağmura aldırmadan. Herhalde günde en az 5 km gitmişliğim vardır. Eshot gibi otobüse her binişimde 1,5 euro neyim de vermek istemiyorum ki şehir ufak. İstediğin her yere en fazla yarım saat yürüyüp varıyorsun. İşte tam bu noktada bisiklet kesinlikle şart. Yarın (22 Eylül) akşamüstü en ünlü meydanlardan birinde üniversite sanırım yıl içerisinde toplayıp tamir ettiği ikinci el bisikletleri açık arttırmalarla satışa çıkaracak. Keyfime göre uygun fiyatlı bir şey düşürürüm umarım.

Mutfakta olmak gerçekten keyifli. Zaten her zaman dışarıda yemeğe çalışsanız kesenize yazık. Hem bence bize de pek uymaz. Bu kadar makarna, pizza, hamur işi vs. derken kabız olmamanız imkansız falan olsa gerek. Gerçekten bu adamlar nasıl zıçıyorlar bilmiyorum. Şu ana kadar ülkemdeki her şeyi burada da buldum ama çorba hariç. Hala bir çorba bulamadım, şu zamana kadar içtiğim tek çorba Milano'daki Türk Başkonsolosluğu'ndaki makineden aldığım hazır sebzeli çorbaydı. Onun da yarısını arkadaşa verdim, çok tuzluydu.

İtalya'nın fiyat algısı hala şaşırtıyor beni. Araba, içki falan çok ucuz. Yiyecek falan tamam yerine göre elbet değişiyor. Kıyafet desen Avrupa genelinde olduğu gibi bizden daha pahalı ama bu ev yapımı tortellini ya da raviolilere takmış durumdayım. En ucuz marketlerden biri olan LiDL'a gidiyoruz arada, bugün yine gittim geldim, 6-7 km yürüdüm yine. Sırtladım, kalanları elde taşıdım. Her neyse, mesela orada hazır olanı 1 kg 2.5 Euro'ya falan buldum. Almadım çünkü malzemem var şu an, hem mercimeğe kitlenmiş durumdaydım. Konuyu saptırdım resmen anasını satim.. Sonuç olarak bu ev yapımı olanlarını adamlar 36-37 Eurolara kadar satıyor. Aklım almıyor yani.. Bizim paraya çevirsen 100 lira bir hamur işinin kilosu. Tamam adamlar Euro kazanıyor, öyle düşünmemek lazım ama gene de bir hamur işine bu kadar para vermek çok değil mi be?


Hazır yemek ile diğer bir konuda şehirdeki, hatta bırak şehri Milano ve Parma'da da zirilyon tane gördüm. Ne olacak bu kadar kebap dönerci anlamadım. Her yer helal sertifikalı dönerci dolmuş, ağzım açık kaldı gördükçe. Bir ikisinin fotoğraflarını koyabilirim;




Bunun gibi sürüsüne bereket var...

Biraz da mutfakta yaptıklarımdan koyayım. Zaten şu yapılan yemeklerin fotoğrafını çekmek, yurtdışına çıkan her Türk öğrencinin yaptığı şeydir sanırım. Ben de bu sefer rutine uyuyorum. 





Salata ve sebze aşkımdan şu ana kadar yediğim et olarak sadece ton balığı oldu. :) Olsun ama bugün tavuk falan da aldım kendime. Tez zamanda çökecem onların tepesine gıt gıt gıdak diye. :)

Şehrin çok fotoğrafını çekmedim daha dediğim gibi, vaktim bayağı var gibi geliyor bu yüzden aceleye yer yok.

Alışveriş fotolarına da geçebiliriz. Bazı şeyleri görünce değişik tepkiler veriyor insan. Devasa beyaz bir soğan, hazır hamburger, garip şekilli domatesvari sebze  ya da nane veya roka gibi şeylerin saksılarda satılması gibi..





Abur cubur işine henüz hiç dadanmadım. Olabildiğince sağlıklı beslenmeye çalışıyorum, pek canım çekmiyordu ta ki son iki güne kadar falan. Şu sıralar olsa güzel fırından çıkmış bir bisküvi ya da çikolata affetmezdim ama o dondurmalar yok mu ah o dondurmalar. İşte onlar sağolsun bastırıyor her şeyi ve bunların kış boyunca da satılacağını bilmek... Of benim gibi dondurma canavarı için enfes mi enfes bir şey bu.

Şehirde birkaç daha güzel olduğunu düşündüğüm dondurmacı buldum. İlki hemen benim sokağımda bir yer. Ünlü ünlü diyorlardı, gittim kuyruktan ünlü olduğu belliydi. Yiyince de zaten kuyruktakilere hak verdim. MÜKEMMEL..!! İkincisi de hemen tren garının karşısında bir yer. Burası evime biraz uzak, 2.5 km kadar mesafede ama öğrenciye 50 cent indirim yapıyor ve tadı yine HARİKA! İlk olarak dondurmayı orada yemiştim ve bakın kendimden nasıl geçmişim. :) :)


O tuttuğum külah en ufağı... Öğrenciyseniz 2 değilseniz 2.5 Euro. Cono piccolo diyince bunu veriyorlar. İki dondurma seçiyorsunuz ve dolduruyor. Ha yeri gelmişken, buradaki hiçbir dondurmacı, dondurmayı külaha koymak için bizim alıştığımız o ufak yuvarlak metal kaşık gibi şeyleri kullanmıyor. Hepsinin ellerinde koskocaman spatula gibi şeyler var. Oh maşallah! :) 

Bir de başka açıdan görelim. Başka bir gün yine aynı yerden aldığım dondurma. Gene en ufak boy tabiki.. :)



Kapanışı bira ve hariboyla bitiriyorum. Dedim ya içki ucuz, ben gazlı içmiyorum emme biralar genellikle burada 66 cl'lik şişelerde satılıyor fiyatları 1 euro anca, ucuz marka ararsanız 50 cent'e de bulabiliyorsunuz. Gerçekten sudan ucuz olabiliyor bazen. Son olarak da göreceğiniz gibi 300 gramlık Haribo 1.39 Euro. Afiyet bal şeker olsun efendim. Havalar hala güzel ve yaşasın balsamico, Bologna'dan sevgiler...



16 Eylül 2013 Pazartesi

ev işi iyiye gidiyor

Şimdilik o evi kiralayamadım ama aklımdan çıkmıyor ki lanet. Ben de geçici yer arayıp sormaya başladım. Tek, çift, üç kişilik hiç farketmez artık. Telefonla arayıp sorduklarımdan neredeyse kimse yanaşmıyor bu işe. Günlük oda kiralayan birkaç ilan iliştirilmiş aralara, onları arayıp soruyorum. Biri uzaklarda, biri yakın sayılır. Yakın olan yere gidiyorum odayı görmeye. Dış kapıdan biraz ilerleyince yine bir avlu karşılıyor beni, hemen solda da zemin katta odanın olduğu yer. Oda küçük ve iki kişilik, mutfak ufak, banyo daha da ufak. Ev sahibi eleman da Bangladeş'li falan sanırım. Günlük 15 Euro yazmıştı ilana. 25 gün kadar bir yerlerde  barınmam lazım, en son 300 Euroya çekiyor fiyatı. Fakat yeter artık, gireli 10 dakika olmadı ama bu tütsü kokusuna dayanamacağım.

"He evet evet.." diyerek geçiştirip kendimi dışarı atıyorum. Bok püsür şeyler... Adam klozetin olduğu yerde fayans arasına bile delik açıp oraya tütsü yakmış. Arayışlara devam. Başka bir yer var; çift kişilik odada kişi başı 25 Euro yazıyordu ilanda. Gidip bakıyorum, odada tek kişi olacağım için günlük 50 Euro diyor adam. Gösteriyor odayı, tamam fena değil ama fiyat abartı öğrenci adama. "25 günlüğüne 550 Euro yaparım, iyi fiyat bence." hede hödö diyor. Çok uzatmadan orayı da terk ediyorum.

Via Riva di Reno... Aynı cadde üzerinde tek kişilik oda daha bulmuştum. Bugün için gelip görebileceğimi söylemişlerdi. Burası büyük, şehrin diğer yerlerine göre çok katlı binaların olduğu bir bölge. Büyük bir apartmandan içeriye giriyorum, birkaç kat yukarıda kapıyı genç bir kız açıyor. Elena adı. Eve giriyorum, büyük, gayet ferah ve ışık alıyor her yerden. İçeride bir kız bir erkek daha var. Hepsi İtalyan, car car car konuşuyorlar. Buradaki odayı beğeniyorum. 285 Euro için içinde çift kişilik  yatak olan bir oda güzel bence. "Beğendim ben burada kalabilirim." diyorum. Elena giriyor araya kaba tabirle hop öyle hemen değil dercesine. Burada odalara çok fazla talep olduğu için siz kalacağınız yeri değil, ev sahipleri sizi seçiyor. Evet aynen bu şekilde oluyor. Telefonu ve adımı bir peçeteye yazıp çıkıyorum.

Bugün hosteldeki en zor günüm kesinlikle. Bu zamana kadar bulabilirim sanmıştım, hosteldeki rezervasyonum da yakında bitecek! Barınaksız kalabileceğini hissetmek çok kötü his gerçekten.

Sabah hostelden ayrılan İsrailli çocuğun bisikletini almıştım 40 euroya, bütün gün kullandım ve beğenmedim. Ufak geldi, aynakolun bir kolu yamuk, sele aşağı düşüyor bazen vs. vs. O da canımı sıkarken akşam dönünce Hollandalı kıza satıyorum aynı paraya. En azından biraz keyfim yerine geliyor böylece. :)

İsrailli elemanço giderken marulunu ve limonunu bana bırakmıştı. Hostelde de balzamik sos var, dünden kalan mozarella peynirim de var. Kesinlikle salata vaktim gelmiş. Gayet basit bir şey yapıveriyorum anında. Afiyet olsun :) Hem de iki tabak çıkıyor.


Sabah yine geç olmadan kalkıyorum. Yarına kadar bir yerlere taşınmam, başımı sokmam lazım artık. Yine yürüyorum Via Zamboni'ye doğru Via Nosadella'dan. Varıyorum varacağım yere. Çoğu ilan artık gözüme aşina, yeni bir şeyler yapıştırılmış mı acaba bugün diye duvarları tarıyorum hızlıca. Bir iki belki daha fazla. Karamsarlık kaplamaya çalışıyor içimi ama pes etmek yok illa ki bir yer olur, en kötü kaldığım hostelde birkaç gün ekstra kalırım. N'olacak yani dimi? Zaten oradaki arkadaş ortamı da çok keyifli.

Arıyorum ediyorum. 1 ay kalmak istediğimi söyleyince telefonlar olumsuz şekilde kapanıyor hep. En son bir genç çocuk; "Az bekle sana mesaj atacağım." diyor. Başka ilanlara bakarken mesaj geliyor. Evin olduğu adresi yazmış ve eklemiş; "...Bence bir çözüm bulabiliriz.". "Ahanda!" diyorum kendime, olacak gibi sanki bu sefer. Evin olduğu yere gidiyorum, olduğum yere biraz uzak. Gerçi dediğim gibi bu şehirde hiçbir yer uzak değil sadece yürümesi daha fazla vakit alan yerler var o kadar.

Eve varıyorum, dışarıdan güzel. İçeri giriyorum. Sadece iki İtalyan çocuk kalıyor, yaşları 27 civarlarında. Kalabileceğim odaya bakıyorum, hiç fena değil. Gayet büyük, ferah geniş vs. vs. "Hemen tutabilir miyim?" diyorum. "Tabi neden olmasın." diyorlar. Var ya.. O an işte büyük rahatlamayı hissediyorum. Aylık 300 Euro demişlerdi, ben 3 haftadan biraz fazla kalacağımı söylüyorum. "Tamam istersen haftalık kira ödeyebilirsin, günlüğünü 10 Eurodan hesaplarız." diyorlar.

Hostele keyifli dönüyorum bu son gecede. Geldiğim günden beri buzdolabının üzerinde meyve suyu sandığım şeyin aslında kırmızı şarap olduğunu farkediyorum. Sonrasında marketlerde de gördüm. Pipetli 200 ml UHT sütler gibi kutularda kırmızı şarap satıyor adamlar. YUH! diyorum sadece. :)


Keyifli bir akşam geçiriyoruz hosteldeki çocuklarla. Benim için çoğu şey rahat artık. :)


Çok da geç olmadan uykum geliyor yine. Bütün yürümekten burada, Türkiye'dekine göre daha erken yatıyorum hep. Sabah oluyor. Yayıla yayıla uzanıyorum, dönüyorum falan yatakta. Hemen kalkmaya zorlayan birşey yok bugün beni. Sadece vakti gelince eşyalarımı toplayıp geçici yerime geçeceğim.

Baş ucumdaki yatakta yatan İspanyol kız.. yazık henüz bulamadı tam istediği yeri. Onunla da gitmeden veda fotoğrafı çekiliyoruz sabah sabah ve uykulu gözlerle. :)


Hehe.. şebelekler gibi çıkmışım. Saat 12 gibi artık toparlanıp yola çıkmam lazım. Hostelden gideceğim yer tam 1.6 km. Hesapladığım en kısa yol bu. Çantamı sırtlıyorum. Omzuma diğer çantaı ve fotoğraf makinesini asıyorum. Bir elime laptop çantasını alıyorum. Sağ elimle de şu 26 kiloluk devasa çantamı çekiyorum. Kalacağım yerde asansör de çalışmıyormuş. 4 kat yukarıya hepsini bir kerede çıkarana kadar terliyorum iyice. Neyse zor kısım geçti artık.

Sağolsunlar ben gelmeden, yatağı masayı hazırlamışlar. Gardroplardan birini boşaltmışlar. Buzdolabında ve mutfaktaki bazı raflarda bana yer açmışlar. Kıyafetlerimin bazılarını dolaba yerleştiriyorum. Ha bu arada kaldığım oda böyle. Soldaki masa ve yatak ve karşıdaki gardrop benim.


Diğer taraftan asıl ileride geçeceğim evi arayıp haber veriyorum aman başkasına vermesinler diye odayı. Ev sahibinin çocuğu ingilizce bildiği için onunla konuşuyorum direkt olarak. Mesaj atıyor ve 22 Eylül gibi kontrat imzalayabileceğimi, 2 aylık kirayı da peşin istediklerini söylüyor. Tamam sorun yok bence. 

Bu arada kaldığım  odanın manzarası da gayet hoş. Anayoldan karşıya geçip sola dönünce de büsbüyük bir park var. 2 km falan sanırım, içinde koştur Allah koştur. :) 


Şimdilik bir süre buradayım. Keyfim yerinde... :)




14 Eylül 2013 Cumartesi

ilk günün ardından

Valla sabah ne ara kalktığımı hatırlamıyorum. Herhalde 7-8 saat falan uyumuşumdur. Artık kahvaltı yapıp hemen Via Zamboni'ye yürümenin vakti geldi. Alışveriş yapmadım dünden, hazırlayacak bir şeyim yok. Bu yüzden mutfaktaki ortak alandan müsli, sade ve çikolatalı mısır gevreklerini karıştırıp sütle yiyorum. Üçü bir arada daha güzel tat veriyor benden söylemesi. Bu sabah zıçmak yok, gelmedi napayım. :)

Çıkmadan az önce bilgisayarımın bozuk olduğu aklıma geliyor. İlk gece format atmıştım ama gerekli sürücüler yüklü olmadığı için olan interneti görmüyor alet, sürücüleri indirsem desem yine internet lazım. Bu böyle olmayacak diyip USB belleği kaptığım gibi çıkıyorum dışarı, hem bir iki şey de almam lazım. İlk sokaktan sola dönünce Conad diye ucuz bir süpermarket vardı. Orayı arıyorum. Az ileride sağda görüyorum, yol üzerinde solda da internet kafe görmüştüm zaten dönüşte oraya girerim diye aklımda tutuyorum.

Dün gece diş macunum yoktu, İstanbul'da kalmış. Bir gün bile fırçalayamasam uyuz oluyorum. Markette seçenek çok fiyatlar da acayip. Orta halli bir şey alıyorum 1.5 euro falan, üzerinde bitkisel olduğu işte ne bilim bakterilerin %99'unu öldürdüğünü falan yazıyor, alıyorum. Ha bir de 1,5 litrelik su alıyorum 22 cent'e. Dönüşte de internet kafeye girip gerekli dosyaları indiriyorum. Koca koca dosyalar 10 dakka olmadan inmiş oluyor, burada internet hızı gayet güzel. İnternet kafeye de 1 euro verip hostele geri geliyorum. İlk iş dişleri fırçalamak. Sonrasında da hızlıca hallediyorum bilgisayarın işini. Artık kullanıma hazır, internet de var kaldığım yerde, oh mis! Saat 12 gibi olmuş oluyor zaten bu vakte kadar.

Öncesinde konuşmuştuk, Efe ile 12 buçukta Piazza Maggiore'deki şu ünlü cıbıl Neptün heykelinin orda buluşuyoruz. Hani geçen yazıda demiştim ya su konusunda çok memnunum buradan diye. Hah, mesela heykelin ordaki akan çeşmelerden bile su içiliyor. Hepsinin tadı güzel, zaten tam öğrenci işi bir kere su şişesi al, cam olursa daha sağlıklı. Sürekli onu kullan, evde orda burda doldur suyu, sonra içersin zaten. Arada da yıkarsın bulaşık makinesinde, oldu bitti.

Neyse bu kısım çok uzadı, bayacak yoksa lan. Yürüyoruz Efe'yle. İlk önce iki kulenin orada hemen Wind shop var, oraya girip bana telefon hattı alıyoruz. Ev nasıl bulabilir diye internetten biraz yönlendirmiştim, o da buraya gelince çözmüş işi zaten. Benden bir hafta kadar önce gelmişti, az tüyo veriyor bana. Zamboni duvarlarındaki ilanlara bakıyoruz. Allahım o kadar çok fazla ilan var ki. Fotoğrafını çekip özellikle koyacağım sonraki günlerde. Daha çok vaktim var diye hiç şarj etmeyi bile düşünmüyorum fotoğraf makinesini daha, kalacağım yeri bulmak ilk önceliğim şu an.

Sakın bu koyduğum ilana aldanmayın. Neredeyse hepsi İtalyanca ve aradığınızda İngilizce bilen birileri olmuyor karşınızda. 3 gün dolaşıp en fazla yüzlerce ilan arasından 10-15 tane ingilizce ilan görmüşümdür.



Biraz bakınıyoruz, nafile.. İşler kesat işte lan ama kız olsanız ohoooo.. Sürüsüne bereket var. Ha bir de tek kişilik oda sayısı az, genellikle çift kişilik vermeye çalışıyor ev sahipleri.

Efe ucuz pizzacıyı bulmuş, "Pizza Casa". Pizza pizza işte, casa da ev demek. Anlamını siz çıkarın. Girip iki tane margherita sipariş ediyoruz. İtalyanlar öyle çok malzemeli pizzaları sevmiyor genelde. Bunda mozarella peyniri ve domates var o kadar. Dikkat ediyorum acaba bunların farkı ne bu kadar diye. Fırın dikkatimi çekiyor biraz. Tamam bizim pideci fırını aynı, odun ateşi falan tamam. Ama fırının yüzeyi komple yuvarlak kocaman bir tepsi gibi ve sürekli dönüyor. Pişerken pizza bir fırının ağzına geliyor bir ateşin dibine kadar gidiyor sonra yine geri geliyor. Bir fark bunu gördüm, malzeme olarak nasıl yakalarız bilmiyorum orasını.



Çabucak oluyorlar zaten, alıyoruz pizzaları. Şu pizza 2.5 Euro... Yani alabileceğimiz en dandik pizzayı alıyoruz, yapanlar İtalyan bile değil ama gene de enfes geliyor tadı.

Yakındaki şehrin öğrenci kalbi Piazza Verdi'ye gidiyoruz. Çoğu öğrencinin yaptığı gibi yere oturup yemeğe başlıyoruz.


Ulan var ya o kadar güzel afiyet oldu ki. Üfff... Fazlaca da doydum zaten.

Sonrasında yağmur yağmaya başlıyor ilanlara bakarken. Beynimiz sulanmış artık ilan bakıp "pronto" diye telefon açmaktan. :) Biraz ara verelim diyoruz ve ayrılıyoruz. Burada en çok sevdiğim şeylerden birisi de neredeyse tüm binaların zemin katları daha içeride, üst katlar hep sütunlarla desteklenmiş ve daha dışarıda. Böylece her yer kaldırım ve hepsi saçak altı gibi oluyor. Hafif yağmurda Verdi meydanından hostele kadar yaklaşık 2 km falan hiç ıslanmadan geldim. Süper! Süet ayakkabılarım da mahvolmamış oldu. Keh keh keh... :)

İzmir'deyken daha beğendiğim bir ev ve bir kule vardı kiralık. Evet kule!! 18. yüzyılda savaş topu üreten bir fabrikanın kulesi ve okulumun arkasında hemen. Diğer ev de sakin şirin kendi halinde 2 katlı bir İtalyan evi. Şömineli falan, o da okula 450 metre. Hmm.. gayet makul evet..


Sarı eve vardım, zili çaldım çaldım çaldım... Açan eden yok. Evin tam karşısındaki evde de yaşlı bir teyze hareketsiz beni izliyor. "Tırstım artık be içeri git kadın yaşlı kadın!" diyorum. Herhalde 5 dakika falan izledi öyle mal mal, sonra içeri girdi.



Dönüşte de kulenin olduğu yere gidiyorum. Emlakçıyı arıyorum ama açan yok. Gelmişken fotoğrafını çekmeden gitmek olmaz.

Tam okulun arka kapısından geçerken direkte bir ilan görüyorum. Tek kişilik oda ilanı diyor, arıyorum hemen. Barbara diye bir kadın açıyor, biraz da ingilizce biliyor. Rahatça anlaşıyoruz. "Okulun ön kapısına gel seni oradan alayım." diyor. Oha ne güzel lan, arabaya binip eve gidiyoruz. Şehrin biraz dışında, okula da yürüyerek 20-25 dakika. Hemen Bologna futbol stadyumunun orada sakin bir yerde. Herkes parklarda koşturuyor, spor yapıyor.

Eve çıkıyoruz, tamam bina hoş, evin içi de fena değil ama eşyalar tam ihtiyar işi. Derken kadın diyor zaten "Odalardan birinde annem kalıyor, 70 yaşında." diye. Of işte o anlarda tam o yaşlı teyze kokusunu hissediyorum. Evin her yerine sinmiş. Kadının bana söylediği fiyat ucuz da değil pek. Dönüşte Efe'yle buluşacağım yakın bir yere bırakıyor kadın beni arabasıyla yine sağolsun.

Akşama yemem pek herhalde derken Efe gel diyor "happy hours" başladı. Oh mutlu saatler de neyin mutlusu bu derken "Lab Sedici" diye bir bara oturuyoruz. Zaten akşam her yer "happy hours" yapıyor ve ağzım açık izliyorum insanları. Yahu hepsi de fit duruyor burada şişman yok gibi bir şey ama nasıl da sığır gibi yemek yiyorlar görmenizi isterdim. :)

İçeri giriyoruz, fiyat sabit ve 6.5 Euro. İçecek olarak ya alkolsüz meşrubat ya bira ya da şarap veriyorlar. Şarap istiyorum, tadı da çok iyi. Zaten anasını satayım burada dandik bir şey içmedim ki henüz. Yanında da tabak veriyorlar. Gerisi açık büfe.. Ne alırsan al istediğin kadar otur ye bütün akşam kimse karışmaz. Efe bayağı aç, deliler gibi o da yiyor ben de eşlik ediyorum daha hafif şeylerle.

Sonrasında direkt hostele dönmüyorum. Hostele çok yakın San Francesco meydanında Couchsurfing'in "We want to speak English" diye partisi var. Ona katılıyorum, ne güzel herkes anladığım dilden konuşuyor. :) Fakat çok kalamıyorum, bayağı yürüdüm bugün. Sonra hostele gidip oradakilerle takılıp gece yatağa geçiyorum.

Bundan sonraki iki günüm de benzer şekilde geçiyor. Okulun yan sokağında başka bir ev buluyorum, içeri girip bakınca gözlerim büyüyor zaten. Çok lüks, çatı katıyla birlikte son iki katı dubleks olan büyük bir daire. İçinde 3 tane tek kişilik 1 tane çift kişilik oda, ortak salon, ortak mutfak ama mutfak eşşek gibi.. Çift davlumbazlı, restoranlardaki gibi bir ocak vs. vs. Her katta birer banyosu var. Alttakinde jakuzi bile var be, uh! :)

Yalnız kiralayamıyorum, lanet olsun. Çocuk diyor "Biz 4 Ekim'de taşınacağız." ve o an gümlüyorum. OF ULAN!


Ahanda bina bu işte. Gayet güvenli, sessiz sakin, bahçe içerisinde.

Kalan kısım artık bir sonraki yazıda olsun. Yeterince uzadı bu. "Ciao!" :) :)

13 Eylül 2013 Cuma

ilk İtalyan günü

Ah evet.. 23 yıl geride kaldı. Hep anne babayla evden çok da uzaklaşmadan küçük gezilerle dolu.. Uçağa biniyorum garip hislerle, e heyecan biraz var tabi ama uçağa binince geçti, enteresan. İstanbul'dan kalktık, hava genellikle bulutlu. Sürekli bulutlar arasında uçak yolculuğu ne demek bilirsiniz sanırım. Dağıtılan öğle yemeğini çalkantı içinde yemek demek. O şeyler hiç de göründükleri gibi puf puf ya da yumuşak değiller. Uçak adeta tosluyor. Neyse, sorunsuz şekilde iniyoruz Bologna'ya. Hava sıcak ve nemli. Beklediğim tarzda ufak bi havaalanı karşılıyor ilk bizi. Aprondaki servise binince iki Türk görüyorum ve merkeze nasıl giderim diye soruyorum. Onlar da ilk "Biz seni Kolombiyalı sandık." diyorlar, ardından bilmediklerini ve ilk defa geldiklerini ekliyorlar.
Çok tuvaletim var ama arkamdan gelen onlarca yolcuyu görünce hemen pasaport sırasına geçiyorum. İlk karşıma çıkan reklam panosu şu oluyor ;


Daha İzmir'deyken bu fuar için Şerif abi e-davetiye ayarlamıştı bile bana. Teşekkürler.

Veznedeki memur hemen damgayı basıp yolluyor beni. Aha! Tam da zamanında. Pasaport kontrolünden geçtiğim gibi yürüyen bantta bavulumu görüyorum, süper! Kaptığım gibi dışarı çıkıyorum, bakınıyorum "Aerobus" dedikleri şeyi görmek için. Solda az uzakta bir iki otobüs var, bir de görüyorum ki onlar Modena'ya falan gidiyormuş. Oturan çifte soruyorum tam tersi gösteriyorlar. Geri yürüyorum, otobüs orada.. Derken "laappss.." diye vitrinde iki Lamborghini görüyorum, biri yeni model diğeri eskilerden. O an bir şoklanıyorum zaten "Aha oğlum Önder geldin işte lan!" diye.





Otobüsü beklerken Türk birisine rastlıyorum. Beraber biniyoruz otobüse. Ha bu arada böyle bi' otobüs şoförü kesinlikle Türkiye'de olamaz, zaten buradaki kadın şoförlere de alıştım çok. Saçlar tam bir punk ama yaş 40 falan var. Otobüs biraz dolunca birşeyler diyor, klasik laf işte "Arkalara doğru ilerleyin lütfen." gibi. O kadarını anlıyorum en azından. Giderken hem konuşuyoruz hem de etrafı kesmeye çalışıyorum. Aman allam diyorum ne biçim motorsiklet mağazalarının önünden geçiyoruz.

Çok değil bir süre sonra şehre girmiş oluyoruz, hemen rezervasyon yaptırdığım hostelin çıktısını çıkarıyorum çantadan. Gayet güzel tarif etmişler yolu. Ugo Bassi caddesinde in, 4 sokak geri yürü, sola dön Malpighi meydanını dümdüz geç Nosadella caddesine dal, numara 19 hostelin olduğu yer. Gayet rahat buluyorum ama bagajım ağır ve valizin tekerleği beni korkutuyor. Han kapısı resmen, açıp koridordan sağa dönüyorum, ortası ufak bir avlu. Tekrar sağa dönüp merdivenlerden bir kat yukarı çıkıyorum ve evet.. "Il Nosadillo", gayet samimi bir yer duruyor. Tam bir İtalyan teyze karşılıyor beni, adı Marinella ama tüm kalanlar burda ona leydi diyoruz.

Bana yatağımı gösteriyor ve eşyaları kilitli tutacağım kileri. Sonra çağırıyor kayıt için. Ben sadece kaydımı alıp bırakacak sanıyorum ama hemen bir harita çıkarıp bana veriyor. Bugüne kadar ACAYİP işime yaradı. Neyse ardından anlatıyor da anlatıyor bana ucuz market şurada, güzel dondurma burada, en güzel görülüp gezilesi kilise şurada diye. Herşey çok hoş. :)

Sonra tuvalete giriyorum.. ve evet bizde olmayan ve onlarda olan şeyi görüyorum. "BİDE" :) :)


Hala kullanmadım şu şeyi, duş vaktine denk getiriyorum şu an ama mutlaka sorucam birisine gitmeden.

Eşyaları yerleştiriyorum, burası çok sıcak duruyor. Aile gibi birşey yahu hep benim yaşlarda çocuklar okumaya ya da gezmeye gelmişler. Hepsi dünyanın farklı yerlerinden. Avustralya, Belçika, Kolombiya, Fransa, Kanada, İran, İngiltere, İsrail vs. vs. Çeşit bol.

Akşam oluyor, karınlar acıkıyor. Hadi gidelim diyoruz bir yerlere, yakınlarda Malpighi meydanının hemen yanında San Francesco diye bir başka meydan var içeriye doğru. Oradaki bir bara oturuyoruz. Ha yeri gelmişken, buradaki insanlar yemek yenilen kafe tarzında yerlere bar diyor. Bizdeki gibi alkol satan yerlere bar diyen yok.
Apayrı bir yer tabi, ekonomik bir şey söylüyorum. Anladığım kadarıyla sebzeli, peynirli bir makarna. Tabağı 7 Euro diyor. Yemekten önce, oturduğumuz gibi hemen iki cam şişede su getiriyorlar. Birinde gazlı su var, diğerinde normal bizim su işte. Su konusunu daha sonra yazacağım, su yönünden çok memnunum burada.

Makarna geliyor, oh mis! Böyle daha az pişmiş ve kalın gibi ama müthiş! "Vay anasını.." diyorum bir an kendime. Siz orda makarna gibi şeyleri yemeğe devam edin, hehehe. :)


Tadını çıkara çıkara ağırdan yiyorum makarnayı. Zaten uçakta verdikleri şarabımı da yanımda getirmiştim. Büyük bir şişe değil ama bir kadeh için yeterli ve gayet leziz. Merlot olunca az daha yumuşak içimi ama Cabernet olsa hoş olurdu. Ba ba ba... İki dakkada şarap uzmanı oldum anasını satim. :)


Yemek kısmı bitiyor yavaştan ve bir fotoğraf çekilelim diyorum. Hatıra işte, ilk akşam yemeği. Olsun bence de bi' fotomuz. Hatta soldaki  gözlüklü arkadaş da Almancı bi' Türk adı Gökhan fakat Türkçe'yi neredeyse unutmak üzere. İngilizce daha fazla bile konuşmuş olabiliriz.


Ardından biraz sokakları görmek istediğimi söylüyorum, herkes tamam diyor. Hemen bu restorana sırtını ver ve sağa doğru git. İşte o sokak üzerinde yürüyoruz. Sağlı sollu, irili ufaklı bir sürü bar ve kafe var ve insanlar sürekli iletişim halinde, vızır vızır da bisikletliler geçiyor. Veeee... 100 metre falan gitmeden iki tane kebapçı bile görmüş oluyorum. "Ohoooo..." diyor Gökhan, ben de "hııııı... anladım." diyorum. Her yerdeyiz ulan, her yerdeyiz resmen. :)

Ardından hemen fotoğraftaki sağ en öndeki Kolombiyalı kızı evine geçirelim diyoruz. Evi Verdi Meydanı'na çok yakın. Zamboni caddesinin oralarda. Bahsettiğim yerler şehrin öğrenci kalbi, keşke fotoğrafını çekseydim hemen. Gecenin bir vakti ama meydanda tüm öğrenciler gruplar halinde yere oturmuş yiyip içip zıçıyorlar. :) Bu bahsettiğim yer hostelden 20 dakika falan yürüme mesafesinde.

Daha sonra yorgunluk çöküyor, zaten yemek de yemişiz. Mayışıyor herkes, artık Nosadillo'ya dönme vakti geldi. Hostele giriyoruz, az oyalandıktan sonra en son ben saat 2 buçuk gibi yatağıma geçiyorum. Her şey hoş geliyor şu an.